17 Aralık 2014 Çarşamba
Norveçe taşındığınızda olacak olan 10 şey
http://matadornetwork.com/abroad/10-things-will-happen-move-norway/
5 Aralık 2014 Cuma
müzik ruhun gıdası mıdır?
Ruhumun bu aralar çok gıdaya ihtiyacı olduğu için bu sözün doğru olup olmadığını deneme çalışmasına başlıaycağım. Türkiyede Cenk ile Erdem böyle bir program yapıyorlardı bir zamanlar, bayağı gülüyordum. Şimdi deneme sırası bende.. Laf olsun diye mi söylenmiş yoksa gerçekten öyle mi göreceğiz:)
Bunun yanında daha pek çok şey deniyorum.Reiki, akupunktur, TAT, Bach çiçek özleri ve yakında yoga olacak..Her geçen gün iyiye gidiyorum ama bu hangisinin neyin sayesinde bilmiyorum belki de hiç bir şey yapmasam ilaç da almasam yine aynı noktada olacaktım. Çünkü zaman en büyük ilaç diyorlar ya.. Onu da denemek lazım belki..:) Ben yaptığım herşeyin küçük de olsa bir payının olduğunun inancındayım. Her gün 2 adet balık yağı içmemin bile..Bir noktadan sonra önemli olan da inanmak zaten. Çünkü doktorların, alternatif tıpçıların hepsinin hem fikir olduğu nokta iyileşeceğine inanmalısın ve bunu istemelisin. Ben genellikle hem inanıyorum hem istiyorum ama bazen çok karamsarlaşıveriyorum. O anı farkedip hemen kendimi o durumdan çıkarmam gerekli biliyorum ama bazen zor oluyor.
Dün Doğan Cüceloğlunun konuşmasını seyrettim. Duygularımızı yönetebileceğimizi iddia ediyor. Bunun için de arayan seyirciye 2 kitap tavsiye etti. Bunlar savaşçı ve gerçek özgürlük. Aslında eskiden beri bu tip kitaplara ilgim vardı ama artık daha değişik bir gözle bakıyorum. Çünkü artık bu uygulamalara ciddi anlamda ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Savaşçıyı yurtdışına gönderi yapan kitapçılarda bulamadım ama gerçek özgürlük yolda..
Ha bir de bahsetmeden geçmeyeyim. Regresyonu da denedim. Ben internette regresyon hakkında çok yorum bulamadığım için buraya yazmak istedim. Eğer kolay hipnotize olan biri iseniz ya da gözünüzde kolayca bişeyleri canlandırabilen biri iseniz faydalı olma ihtimali çok yüksek ama ben tam tersi olduğum için benim için pek işe yarar bir şey değildi..
Etiketler:
akupunktur,
bach çiçek özü,
doğan cüceloğlu,
regresyon,
reiki,
tat,
yaşam
27 Kasım 2014 Perşembe
bir umuttur yaşamak
Bundan önce yazımın son karanlık yazım olacağını umarak başlıyorum bu yazıma... Artık kendime acımaktan, kendimi suçlamaktan, başkalarını suçlamaktan, keşkelerden, olmasaydılardan vazgeçiyorum..
Oldu ve bunu kabulleniyorum. Hayatta başıma gelen tek sıkıntı bu değil ki.. Balık yönümü bir kenara bırakıp koç yönümle mücadeleye başlamaya karar veriyorum Satürnün bana vermek istediği bütün dersleri aldığımı müteşekkür olarak bildirerek..
Ben hayatımdaki güzel şeyleri hep mücadele ile elde ettim zaten. Yaşamak istediğim yeri, doğru insanla evlenebilmeyi ve şimdi minik bebeğim için mücadele edeceğim. O bana öyle güzel destek oluyor ki, güzel nedenli/nedensiz gülüşleriyle... Dünyanın en harika insanı ile evliyim ve dünyanın en harika bebeğini doğurdum, hem de normal doğumla:) (Evet herkesin kocası bebeği kendine harika ama bunu laf olsun diye değil de gönül rahatlığıyla söyleyebilmek bana kısmet oldu çok şükür) artı beni gerçekten çok seven bir ailem var, insan ancak böyle zamanlarda anlıyor sevginin gerçek olup olmadığını..
Onlara sımsıkı sarılıp yoluma devam edeceğim. Kolay olmayacak,engeller olacak elbette, ama hayat böyle işte..
Bundan böyle;
Olumsuz cümleler, olumsuz yargılar yok
Kafamdan olumsuz bir şey geçiğini farkettiğimde hemen durup yerine daha olumlu bir cümle koyacağım.
Bu sırada her gün reiki ile kendime destek vericem
Olumsuz şeyler izlemeyeceğim ve okumayacağım.
Yapamam kelimelerinin hepsini yaparıma çevireceğim.
Yoga yapacağım
ve bir de dua edeceğim
26 Kasım 2014 Çarşamba
karanlık
Bu kadar yaşama sevincini nereden buluyorsun diye soranlar olurdu 20li yaşlarımın başında, hayata dair hiç bir fikrim yokken ama olduğunu sanırken.. Sonra biraz büyüdüm hayata dair bazı gerçeklerle karşılaştım ki bunların çoğu olumsuz gerçeklerdi..Tam da hayat ne kadar anlamsız diye düşündüğüm sıralarda hayatıma anlam kattığımı hissetmiştim dünyaya bir can getirecek olmakla.. Daha ne olsundu.. Ama sonra bildiğimi zannettiğim hayatın kapkaranlık bir yüzüyle tanıştım, o kadar karanlık ki içinde tek bir olumlu güzel bir düşünce yani duygu yok. İnsanı neredeyse kapının dışına çıkamayacağına,eskiden yaptığın hiç bir şeyi yapamayacağına inandıran bir karanlık. Midene bir sıkıntı olarak yerleşip hep seninle yaşayan. En kötüsü ise ondan kurtulmak için ne bir reçete ne de ilaç vardır. Ölçülebilecek bir şey de değildir. Evet çok ağırsa dışarıdan belli olur ama iyileşmeye başladıktan sonra herkes sana normalmişsin gibi davranırken kafanda binlerce karanlık düşünce gezinmektedir. Durdurmak istersin (bu bile iyileşmenin iyi bir göstergesidir, yok olup gitme isteğinden ya da ben şu duvarın dibine kıvrılayım ömrümün kalanını burada geçiririm gibi mantıksız ama bazen de bir o kadar mantıklı isteklerden vazgeçmişsindir) Durduramazsın. Sorarsın.. Nasıl yapacağım nasıl? "Nasıl?" en çok sorduğun soru olup çıkıvermiştir zaten. Otomatik düşüncelermiş onlar meğerse.. Otomatik düşünceler nasıl değiştirilir ki??Beynime beynimle savaş mı açacağım yani..
Bazı yazarların,bestecilerin beyinlerinin bizimkilerden farklı işlediğini düşünürdüm hep. Aynı beynin ne kadar farklı işleyebileceğini deneyimledikten sonra şimdi düşünüyorum ki zaten ne belli ki herkesin beyninin aynı işlediği...
Bu aralar yazdığım yazıların ne başı ne sonu belli ama 3 ay öncesini düşünürsek bu kadar yazabilmem bile mucize:)
18 Kasım 2014 Salı
kuyunun dibinde
Upuzuunn bir aradan sonra yeniden buradayım, pek çok değişiklikle...
Bu sene benim için büyük bir yıl olacaktı.Hamileydim ve büyük gün agustostaydi.Kontroller hazırlıklar tam gaz giderken hayatım bir anlam kazanmıştı.Bir bebek dünyaya getirmek ve onun annesi olmak...Hersey güllük gulistanlik giderken 7.ayda başlayan uykusuz geceler beni oldukça yormaya başlamıştı.Ama herkes son aylarda uykusuzluğun normal olduğunu pek çok hamilenin bu durumu yaşadığını söylüyordu. Vücut kendini bebek bakımına hazırlıyormuş güya... uykusuz gecelere hazırlıkmış! Fakat 38. Haftada gercekleşen dogumun kısa bir süre ardından anlaşıldı aslında pek de normal gitmedigi hamileliğimin son ayları ve sonrasının. Ben daha neler olduğunu anlayamamışken apar topar Türkiye'ye döndük.Bebegimiz de daha 15 günlükken 3 ucağa binme başarısını yaşadı.Hayatımın en korkunç bir haftasını yaşadıktan sonra ilk "ne oldu bana" sorusunu sormam trondheim havaalanında aynaya baktığımda oldu. Öyle birsey ki batmıştım ama batarken bunu kesinlikle hissetmemistim. Uçak yolculuğu yapamayacağıma dair de inancım vardı daha pek cok saçma sapan inançlarımın yanında.
Meğer yaşadığım, pek cok farklı isimle de bilinen lohusa depresyonuymuş,nam-ı diğer postpartum depression. Yüzde 10 ile 15 civarında lohusanın başına gelen bir durum.En ağır hali oldukça tehlikeli ve ben de en ağır versiyonunun tam da ortasındaydım.Türkiyede insanlar genelde mutsuz olduklari ve herseyi depresyon olarak nitelendirdikleri icin gercek depresyonun ne olduguna dair bir fikri yok hayatinda o kuyunun dibine dusmemis ya da düşenin yaninda bulunmamis olanlarin. O nedenle herkesten yorumlar geliiiir..Amaan ben hep depresyondayim,neler neler yaşadım bir bilsen, sen güçlü kızsın üstesinden gelirsinle başlayan cümleler vs...Sen tüm bu konusmalara hı derken aklından geçen tek şey ölümün tek çözüm olduğudur. Geleceğin kapkaranlık gözüktüğü,beyninin olmayan şeyler yarattığını,sürekli bir kaygı halinde olduğunu ve o hic geçmeyen sıkıntının gögsüne saplanıp kaldığını anlatmak istersin ama ne kadar anlaşılırsın bilinmez. Zaten anlaşılsan da ne işe yarar ki..Yalnızsındır bu yolda.Elbette şanslıysan benim gibi, sana destek olan bir sürü insan vardır ama beyninle başbaşa ve yapayalnızsındır. Bir dakikalık bir huzur duygusuna bile hasret kalmıssındır ve işin kötüsü bu durumun içinden nasıl çıkacağına dair hiç bir fikrin yoktur. Herkes sana geçecek,geçecek derken nasıl sorusuna kimse cevap vermez..Arada bir dibe vurmak iyidir diyenler de olur, ama benim yeni doğmuş bir bebeğim var cevabına karşılık inceden bir sessizlik olur..Çeşitli psikiatristler psikologlar gezersiniz hepsi ayrı bir şey söyler ama tek ortak nokta bunun geçici bir süreç olduğu ve bu süreç içinde ve sonrasında olabildiğince kendini meşgul tutmak.
Oysa ki ben bir bavul dahi hazırlayamadan apar topar ankara'ya gelmistim.Ankara'da kurulu bir düzenim yokken nasil ve neyle kendimi oyalayabilirdim..Bebeğime bakmak yeterince oyalayıcı gibi düşünülebilir ama kendine bakamayan insan cocuğuna nasıl bakabilir ki..
Bu sene benim için büyük bir yıl olacaktı.Hamileydim ve büyük gün agustostaydi.Kontroller hazırlıklar tam gaz giderken hayatım bir anlam kazanmıştı.Bir bebek dünyaya getirmek ve onun annesi olmak...Hersey güllük gulistanlik giderken 7.ayda başlayan uykusuz geceler beni oldukça yormaya başlamıştı.Ama herkes son aylarda uykusuzluğun normal olduğunu pek çok hamilenin bu durumu yaşadığını söylüyordu. Vücut kendini bebek bakımına hazırlıyormuş güya... uykusuz gecelere hazırlıkmış! Fakat 38. Haftada gercekleşen dogumun kısa bir süre ardından anlaşıldı aslında pek de normal gitmedigi hamileliğimin son ayları ve sonrasının. Ben daha neler olduğunu anlayamamışken apar topar Türkiye'ye döndük.Bebegimiz de daha 15 günlükken 3 ucağa binme başarısını yaşadı.Hayatımın en korkunç bir haftasını yaşadıktan sonra ilk "ne oldu bana" sorusunu sormam trondheim havaalanında aynaya baktığımda oldu. Öyle birsey ki batmıştım ama batarken bunu kesinlikle hissetmemistim. Uçak yolculuğu yapamayacağıma dair de inancım vardı daha pek cok saçma sapan inançlarımın yanında.
Meğer yaşadığım, pek cok farklı isimle de bilinen lohusa depresyonuymuş,nam-ı diğer postpartum depression. Yüzde 10 ile 15 civarında lohusanın başına gelen bir durum.En ağır hali oldukça tehlikeli ve ben de en ağır versiyonunun tam da ortasındaydım.Türkiyede insanlar genelde mutsuz olduklari ve herseyi depresyon olarak nitelendirdikleri icin gercek depresyonun ne olduguna dair bir fikri yok hayatinda o kuyunun dibine dusmemis ya da düşenin yaninda bulunmamis olanlarin. O nedenle herkesten yorumlar geliiiir..Amaan ben hep depresyondayim,neler neler yaşadım bir bilsen, sen güçlü kızsın üstesinden gelirsinle başlayan cümleler vs...Sen tüm bu konusmalara hı derken aklından geçen tek şey ölümün tek çözüm olduğudur. Geleceğin kapkaranlık gözüktüğü,beyninin olmayan şeyler yarattığını,sürekli bir kaygı halinde olduğunu ve o hic geçmeyen sıkıntının gögsüne saplanıp kaldığını anlatmak istersin ama ne kadar anlaşılırsın bilinmez. Zaten anlaşılsan da ne işe yarar ki..Yalnızsındır bu yolda.Elbette şanslıysan benim gibi, sana destek olan bir sürü insan vardır ama beyninle başbaşa ve yapayalnızsındır. Bir dakikalık bir huzur duygusuna bile hasret kalmıssındır ve işin kötüsü bu durumun içinden nasıl çıkacağına dair hiç bir fikrin yoktur. Herkes sana geçecek,geçecek derken nasıl sorusuna kimse cevap vermez..Arada bir dibe vurmak iyidir diyenler de olur, ama benim yeni doğmuş bir bebeğim var cevabına karşılık inceden bir sessizlik olur..Çeşitli psikiatristler psikologlar gezersiniz hepsi ayrı bir şey söyler ama tek ortak nokta bunun geçici bir süreç olduğu ve bu süreç içinde ve sonrasında olabildiğince kendini meşgul tutmak.
Oysa ki ben bir bavul dahi hazırlayamadan apar topar ankara'ya gelmistim.Ankara'da kurulu bir düzenim yokken nasil ve neyle kendimi oyalayabilirdim..Bebeğime bakmak yeterince oyalayıcı gibi düşünülebilir ama kendine bakamayan insan cocuğuna nasıl bakabilir ki..
11 Mayıs 2014 Pazar
Dünyanın en harika patates kızartmaları bunlar olsa gerek..
Bizim gibi çok kapsamlı bir mutfak kültürüne sahip insanlar için bir ülkenin geleneksel yemeğinin patates kızartması olması biraz saçma bir durum. Ama yedikten sonra şöyle bir tepki oluştu bende: "Patates kızartması da patates kızartmasıymış yaaa.. Bu kadar lezzetlisini hiç yememiştim.." Amsterdam-Belçika seyahatimizde her iki yöntemle yapılmış patates kızartmalarını denedim; benim favorim Belçika ama Amsterdamda'ki Belçika usulü patates kızartması.. Anladığım kadarıyla patates kızartmasını nereden aldığın önemli çünkü yollarda pek çok yerde take-away patates kızartmaları satılıyor. Fakat bazıları normal patates kızartmasından farksız. Bu nedenle demin bahsettiğim yerin reklamını yapma isteği duyuyorum Amsterdam'a gidecekler için..
Sokak arasında patates kızartması satan büfe gibi bir yer. Oturacak yeri olmadığı için havanın dışarıda ve ayakta yemeye elverişli olması önemli. Amsterdam' da yağmursuz bir an yakalayabilirseniz bu şekilde değerlendirebilirsiniz:)
Vlaams Friteshuis Vleminckx
Çeşit çeşit de sosları var. Benim favorilerim samuray, tartar ve belçika mayonezi
Belçika patates kızartmasının özelliği 2 kere kızartılmasıymış. Ama bence bu patatesler özel yetiştirildiği için zaten normal patateslerden daha lezzetli..
Sokak arasında patates kızartması satan büfe gibi bir yer. Oturacak yeri olmadığı için havanın dışarıda ve ayakta yemeye elverişli olması önemli. Amsterdam' da yağmursuz bir an yakalayabilirseniz bu şekilde değerlendirebilirsiniz:)
Vlaams Friteshuis Vleminckx
Çeşit çeşit de sosları var. Benim favorilerim samuray, tartar ve belçika mayonezi
Belçika patates kızartmasının özelliği 2 kere kızartılmasıymış. Ama bence bu patatesler özel yetiştirildiği için zaten normal patateslerden daha lezzetli..
Etiketler:
amsterdam,
belçika,
gezi,
patates kızartması
10 Nisan 2014 Perşembe
apple, televizyon, çocuklar vs vs..
"Dünyaca ünlü teknoloji markası Apple, Türkiye’de ilk mağazasını İstanbul’da açtı. Açılışı merakla bekleyen yüzlerce vatandaş, geceyi mağazanın önünde geçirdi."
haberini okuyunca son zamanların moda tabiriyle kendimi "Bu insanlar neyin kafasında?" diye sormaktan alamadım. Ne oldu da bu kadar duyarsız, bu kadar gösteriş meraklısı ve en kötüsü bu kadar kapitalizmin oyuncağı haline geldik? Haberin videosunda insanlar gururla anlatıyor geceyi mağazanın önündeki kuyrukta geçirdiklerini. Bu ulvi amaç için bir gece az keşke birkaç gece daha geçirselermiş diyorum ben de.. O zaman daha da büyük mutluluk verirdi belki o mağazaya ilk günde girebilmek..
"Ama adamlar yapıyor abi" teziyle yaşadı bu apple fanatikleri uzun yıllardır. Evet bundan birkaç yıl öncesine gidersek apple ın öncü özelliği vardı. Ama şu an için apple dan çok daha ucuza daha çok özellikleri olan ve bozulmayan telefonlar almak mümkün. Ayrıca adamlar yapıyorsa yapıyor, mağazanın açıldığı ilk gün gitmek şart mı oraya? ya da krediyle iphone alıp sonra aylarca onu ödemek için didinmek şart mı?
Özellikle son zamanlarda gençlerin ne kadar harika olduklarına dair dizilen methiyelere de katılamıyorum maalesef ben, tv ve özellikle her yerde adım başı açılan alış veriş merkezleriyle kapitalizmin burnumuzun hemen dibine kadar gelmesiyle başta gençler olmak üzere bütün halk evrim geçirdi. Kötü yönde maalesef.
Hayatım boyunca televizyonla pek bir bağ kuramadım aramda. 6-7 yaşlarımdayken babamın "televizyon öbür tarafta kızım, bana niye bakıyorsun?" diye sorduğunu hatırlıyorum. Ya babamın suratı televizyondan daha çekiciydi benim için ya da sessizce "Sen de tv seyretmeyi bırak da benimle ilgilen." demekti. Bilemiyorum. Ama tahminimce bütün bu insanlara anlam verememin kaynağında televizyondan uzak durmamın da bir payı var.
Şimdi, bir anne adayı olarak, çocuğumun böyle olmaması için nelere dikkat etmem gerektiği sorusu aklımın bir ucunda hep. Tamamen dış dünyadan soyutlayamam onu elbette ama bir şekilde beyninin uyuşmasına engel olmak görevi düşüyor ebeveynlere. Besbelli insanları uyutmak için hazırlanan programlardan, insanları yolunacak tavuktan- güdülecek koyundan farklı görmeyen anlayıştan uzak tutmak gerekiyor çocuğu. Tam da bunları düşünürken bir yazı karşıma çıktı. Çocukların beyinlerinin nasıl yıkandığına dair. Link burada. Bunların çoğu zaten bildiğim şeyler yine de arada bir hatırlamakta fayda var diye paylaşıyorum. Teoride kolay ama pratikte dışarıda ve televizyonla birlikte evimizin orta noktasında böyle bir dünya varken buna engel olmak nasıl mümkün henüz tam bilemiyorum. Onu da yaşayarak öğreneceğim büyük ihtimal.
Herkese bol sohbetli, aktiviteli az televizyonlu günler diliyorum.
27 Şubat 2014 Perşembe
norveçte "hamile" olmak
Uzuun zaman oldu yazmayalı... 2014 ün başlamasıyla ve hemen ardından mutlu haberi almamızla birlikte önümüze kocaman bir öğrenme safhası daha açıldı. Kafam da sürekli onunla meşgul olduğu için yazmaya pek fırsat olmadı. Konumuz "norveçte hamile olmak" :)
Norveç, namı diğer çocuk doğurma açısından dünyanın en iyi ülkelerinden biri.. Dünyanın diğer ülkelerini bilemem ama gerçekten de Norveç'in çocuğa ve aileye sağladığı imkanları Türkiye'yle kıyasladığımızda fark bayağı büyük... En basitinden çalışan anneye verilen ücretli izin Türkiyede 4 ayken burada bir yıla kadar. Babaya verilen izin ise 3 günken burada 2,5 ay. Daha doğrusu anne ve babaya verilen toplam izin hakkı 49 hafta, bunu istedikleri gibi paylaşabiliyorlar. En az 14 haftasını babanın kullanması şartıyla (fedrekvote). Baba evde çocuğa bakarken anne çalışıyor. Yani babanın çocuğa bakmasının sadece sevmekten öteye geçip onun gerçek anlamda bakımıyla ilgilenmesi anlamına geliyor ki bu da baba ile çocuk arasındaki bağ için çok önemli bence. İşte bu sayede bu ülkede sokağa çıktığınızda bebek arabasıyla çocuğunu gezdiren babalara rastlamak çok olağan.
Bunlar sonraki aşamalar, gelelim hamile olduğunuzu kendi yöntemlerinizle öğrendikten sonraki ilk aşamalara.. Hamile olduğunuzu bebek 5-6 haftalıkken öğrendiğinizi varsayarsak hemen koşarak doktorunuza gitmenizin pek bir anlamı yok. çünkü 12. haftaya kadar doktorun yaptığı tek şey idrar testi yapıp 12. haftaya randevu vermek. Eğer daha öncesinden herhangi bir probleminiz yoksa , düşük ya da başka türlü sorunlar, ve 35 yaşından küçükseniz 12. haftaya kadar hiç bir şey yapılmıyor. 12. hafta da da çok bir şey yapıldığı söylenemez gerçi.. Yani Türkiyede sizinle aynı haftada hamile olan insanlar kandaki bilmemne oranından, ikili testten, onun testinden, bunun testinden bahsederken siz tamamen ne haliniz varsa görmekle meşgulsünüzdür:)
O yüzden sanırım en iyisi internetteki kötü hikayeleri okumaktan vaz geçip evham derecenizi azaltmak. Yoksa benim de başıma geldiği gibi 12. haftaya kadar içiniz içinizi yiyerek bekleyip 12. haftada büyük bir hevesle kalp sesini duymak için (ultrason değil) doktora gittiğinizde sesi de duyamayıp (ki 12. haftada kalp sesini duyabilme ihtimali %50 imiş) iyice kafayı yeme noktasına geliyorsunuz. Neyse ki bu gibi durumlar için özel ultrason imkanı var, içinizi rahatlatmak için yani. Ama bu size 1200-1500 krona mal oluyor.
Devletin hamilelere verdiği bedava ultrason imkanı ise 18. haftada. Doktorunuz sizin için hastaneden bir randevu ayarlıyor ve ona göre hastaneye gidiyorsunuz. Normal koşullarda devletin sağladığı ilk ve tek ultrason imkanı bu. Cinsiyeti de o sırada öğrenebildiyseniz şanslısınız. Yoksa ya yine özele gideceksiniz ya da doğumu bekleyeceksiniz.
Bir de doktordan (fastlege) başka gidebileceğiniz bir yer daha var. Ben henüz gitmedim ama orada hep ebeler olduğu için daha detaylı bilgi alma imkanı mevcutmuş. Helsestasjon. Yaşadığınız yerin bağlı olduğu helsestasjona istediğiniz zaman randevu alıp gidip danışabiliyorsunuz. Zaten bebek doğduktan sonraki takipler de yine aynı yerde yapılıyor.
Şimdilik bu kadar..
Norveç, namı diğer çocuk doğurma açısından dünyanın en iyi ülkelerinden biri.. Dünyanın diğer ülkelerini bilemem ama gerçekten de Norveç'in çocuğa ve aileye sağladığı imkanları Türkiye'yle kıyasladığımızda fark bayağı büyük... En basitinden çalışan anneye verilen ücretli izin Türkiyede 4 ayken burada bir yıla kadar. Babaya verilen izin ise 3 günken burada 2,5 ay. Daha doğrusu anne ve babaya verilen toplam izin hakkı 49 hafta, bunu istedikleri gibi paylaşabiliyorlar. En az 14 haftasını babanın kullanması şartıyla (fedrekvote). Baba evde çocuğa bakarken anne çalışıyor. Yani babanın çocuğa bakmasının sadece sevmekten öteye geçip onun gerçek anlamda bakımıyla ilgilenmesi anlamına geliyor ki bu da baba ile çocuk arasındaki bağ için çok önemli bence. İşte bu sayede bu ülkede sokağa çıktığınızda bebek arabasıyla çocuğunu gezdiren babalara rastlamak çok olağan.
Bunlar sonraki aşamalar, gelelim hamile olduğunuzu kendi yöntemlerinizle öğrendikten sonraki ilk aşamalara.. Hamile olduğunuzu bebek 5-6 haftalıkken öğrendiğinizi varsayarsak hemen koşarak doktorunuza gitmenizin pek bir anlamı yok. çünkü 12. haftaya kadar doktorun yaptığı tek şey idrar testi yapıp 12. haftaya randevu vermek. Eğer daha öncesinden herhangi bir probleminiz yoksa , düşük ya da başka türlü sorunlar, ve 35 yaşından küçükseniz 12. haftaya kadar hiç bir şey yapılmıyor. 12. hafta da da çok bir şey yapıldığı söylenemez gerçi.. Yani Türkiyede sizinle aynı haftada hamile olan insanlar kandaki bilmemne oranından, ikili testten, onun testinden, bunun testinden bahsederken siz tamamen ne haliniz varsa görmekle meşgulsünüzdür:)
O yüzden sanırım en iyisi internetteki kötü hikayeleri okumaktan vaz geçip evham derecenizi azaltmak. Yoksa benim de başıma geldiği gibi 12. haftaya kadar içiniz içinizi yiyerek bekleyip 12. haftada büyük bir hevesle kalp sesini duymak için (ultrason değil) doktora gittiğinizde sesi de duyamayıp (ki 12. haftada kalp sesini duyabilme ihtimali %50 imiş) iyice kafayı yeme noktasına geliyorsunuz. Neyse ki bu gibi durumlar için özel ultrason imkanı var, içinizi rahatlatmak için yani. Ama bu size 1200-1500 krona mal oluyor.
Devletin hamilelere verdiği bedava ultrason imkanı ise 18. haftada. Doktorunuz sizin için hastaneden bir randevu ayarlıyor ve ona göre hastaneye gidiyorsunuz. Normal koşullarda devletin sağladığı ilk ve tek ultrason imkanı bu. Cinsiyeti de o sırada öğrenebildiyseniz şanslısınız. Yoksa ya yine özele gideceksiniz ya da doğumu bekleyeceksiniz.
Bir de doktordan (fastlege) başka gidebileceğiniz bir yer daha var. Ben henüz gitmedim ama orada hep ebeler olduğu için daha detaylı bilgi alma imkanı mevcutmuş. Helsestasjon. Yaşadığınız yerin bağlı olduğu helsestasjona istediğiniz zaman randevu alıp gidip danışabiliyorsunuz. Zaten bebek doğduktan sonraki takipler de yine aynı yerde yapılıyor.
Şimdilik bu kadar..
Etiketler:
fastlege,
hamilelik,
helsestasjon,
norveç,
ultrason
31 Ocak 2014 Cuma
this is norway
Norveç hakkında oldukça geyik ama yine de komik video...
30 Ocak 2014 Perşembe
farklı dillerde köpek sesleri
Yıllar önce ingilizce de köpek havlamasının "woof woof" olduğunu duyunca çok şaşırmıştım; bütün dillerde hav hav olmalıydı bana göre:) Sonra farkettim ki neredeyse hiç bir dilde aynı değil bu köpek sesleri...
Köpek sesi
Türkçe: hav hav
Norveççe: voff/ vov-vov
İsveççe: vov vov
Danca: vov
İngilizce: bow wow, arf, woof, ruff ruff
Portekizce: au au au
Rusça: gav-gav
Ukraynaca: haf-haf (bize en yakını bu sanırım)
Fransızca: ouah ouah
Italyanca: bau bau
Japonca: wanwan, kyankyan
Korece: mung-mung /wang-wang
İspanyolca: guau guau
Katalanca: bup, bup
Endonezyaca: gonggong
Kaynak:Typisk norsk-NRK
Köpek sesi
Türkçe: hav hav
Norveççe: voff/ vov-vov
İsveççe: vov vov
Danca: vov
İngilizce: bow wow, arf, woof, ruff ruff
Portekizce: au au au
Rusça: gav-gav
Ukraynaca: haf-haf (bize en yakını bu sanırım)
Fransızca: ouah ouah
Italyanca: bau bau
Japonca: wanwan, kyankyan
Korece: mung-mung /wang-wang
İspanyolca: guau guau
Katalanca: bup, bup
Endonezyaca: gonggong
Kaynak:Typisk norsk-NRK
23 Ocak 2014 Perşembe
Agricola
Boardgamegeek.com un en iyi oyunlar sıralamasında 3. sırada olan ve benim de favori oyunlar listemin en başında gelen Agricola adlı masa oyunundan bahsetmek istiyorum.
Oyun 1-5 kişi ile oynanabiliyor ve oyun süresi ortalama 2 saat. Oyunun amacı kendimize bir strateji geliştirip en çok puanı elde edebilmek. Puan kazanmamız için yapmamız gerekenlerden bazıları ise hayvan yetiştirmek, sebze/tahıl yetiştirmek, ahır yapmak, evimizi restore etmek, evimizi büyütmek, ailemizi büyütmek vs..
Oyun oldukça kapsamlı olduğu için asıl oyuna geçmeden önce aile oyununu oynayıp olaya ısınmamızı sağlamış oyun üreticileri sağ olsunlar:) ki ona rağmen kuralları sindirmek yine de bayağı bir zaman alıyor ama değer..
Oyunda iki kişilik bir çiftçi aileyi yönetiyoruz. Sırayla ana board üzerindeki aksiyonlardan seçerek ilerliyoruz, zar yok. Bu nedenle iş şansa değil iyi bir strateji geliştirmeye kalıyor. Bir yandan da ailemizi doyurmak için yemeğe ihtiyacımız oluyor, bu yemeği tedarik edebilmek için major improvementlar yapıp çeşitli fırınlar almamız oldukça faydalı oluyor. Aksi takdirde dilenme kartına başvurmak gerekiyor ki bu da oyunu baştan kaybettiğimizin kanıtı olur.
Bunların yanında her oyuncu 7 occupation ve 7 minor improvement kartı seçerek oyuna başlıyor. Bu kartları iyice değerlendirip stratejiye göre gerekli olanları oynamak çok büyük avantaj sağlıyor. O yüzden oyuna başlamadan önce bu kartların iyice okunması gerekli bence.
Genel olarak oyunda çok fazla değişken olduğu için oyun her seferinde daha farklı ve eğlenceli oluyor. Bu tip oyunları sevenler için kesinlikle güzel bir seçim. Ama sanırım bu oyunları Türkiye'de bulmak çok kolay değil. Neyse ki internet var!:)
Oyun 1-5 kişi ile oynanabiliyor ve oyun süresi ortalama 2 saat. Oyunun amacı kendimize bir strateji geliştirip en çok puanı elde edebilmek. Puan kazanmamız için yapmamız gerekenlerden bazıları ise hayvan yetiştirmek, sebze/tahıl yetiştirmek, ahır yapmak, evimizi restore etmek, evimizi büyütmek, ailemizi büyütmek vs..
Oyun oldukça kapsamlı olduğu için asıl oyuna geçmeden önce aile oyununu oynayıp olaya ısınmamızı sağlamış oyun üreticileri sağ olsunlar:) ki ona rağmen kuralları sindirmek yine de bayağı bir zaman alıyor ama değer..
Oyunda iki kişilik bir çiftçi aileyi yönetiyoruz. Sırayla ana board üzerindeki aksiyonlardan seçerek ilerliyoruz, zar yok. Bu nedenle iş şansa değil iyi bir strateji geliştirmeye kalıyor. Bir yandan da ailemizi doyurmak için yemeğe ihtiyacımız oluyor, bu yemeği tedarik edebilmek için major improvementlar yapıp çeşitli fırınlar almamız oldukça faydalı oluyor. Aksi takdirde dilenme kartına başvurmak gerekiyor ki bu da oyunu baştan kaybettiğimizin kanıtı olur.
Bunların yanında her oyuncu 7 occupation ve 7 minor improvement kartı seçerek oyuna başlıyor. Bu kartları iyice değerlendirip stratejiye göre gerekli olanları oynamak çok büyük avantaj sağlıyor. O yüzden oyuna başlamadan önce bu kartların iyice okunması gerekli bence.
Genel olarak oyunda çok fazla değişken olduğu için oyun her seferinde daha farklı ve eğlenceli oluyor. Bu tip oyunları sevenler için kesinlikle güzel bir seçim. Ama sanırım bu oyunları Türkiye'de bulmak çok kolay değil. Neyse ki internet var!:)
22 Ocak 2014 Çarşamba
Pankek- Pancake- Pannekake
Amerikalıların kahvaltıda sıklıkla tükettiği pankek bizler için de özellikle hafta sonu kahvaltıları için eğlenceli ve yaratıcılığa açık bir seçenek. Kolaya kaçıp marketlerde toz halinde satılan karışımlardan alıp sütle karıştırıp yapmak yerine evde kendiniz yapmak isterseniz hem yumuşak hem lezzetli aşağıdaki tarifi deneyebilirsiniz.
7-8 adet orta boy pancake için
1 adet yumurta
4 yemek kaşığı eritilmiş tereyağ
200 gram un
300 ml süt
2 yemek kaşığı şeker
1 tatlı kaşığı tuz
1 yemek kaşığı kabartma tozu
1 yemek kaşığı vanilya
Üzeri için
İsteğe bağlı...Maple şurubu, meyve, çokokrem, reçel, bal vs...
Un, şeker, tuz ve kabartma tozu ve vanilya bir kabın içinde karıştırılır. Süt, yumurta ve yağ da bir başka kap içinde çırpılır. Sıvı karışım, un karışımının içine dökülür ve çatal yardımı ile karıştırılır. Küçük topaklar olması önemli değil. Dikkat edilmesi gereken karışımı gereğinden fazla çırpmamak.
Pancakelerin pişirileceği tava ocağa konur ve çok az miktar sıvı yağla yağlanır. Tava ısındıktan sonra karışımı kepçe yardımıyla tavaya koyabilirsiniz. Burada dikkat edilmesi gereken, pancake in krep gibi ince olmaması gerektiği. Dolayısıyla karışımı tavaya yaymak için çaba sarf etmemeliyiz. Kepçeden döktüğümüzde kendisi yeterince yayılacaktır zaten.. Üstünde baloncuklar oluşmaya başladıktan sonra diğer tarafını çevirip pişirebilirsiniz. Her iki taraf da açık kahverengi olduğunda ocaktan alabilirsiniz.
Üzerine maple şurup dökerek ve dilerseniz çeşitli meyveler ile servis edebilirsiniz.
Benim bir başka favorim de çokokrem ve muz ile yemek..
Not: Maple syrup (akçaağaç şurubu) tatlı olduğu için pancakeler fazla şekerli olmamalı. Eğer şurup kullanmayacaksanız ve tatlı olmasını istiyorsanız yukarıdaki şeker miktarını biraz arttırabilirsiniz.
17 Ocak 2014 Cuma
Toronto günleri- 3
Toronto' yla ilgili bu son postumda da Niagara Şelalesi ve etrafındaki atraksiyonlardan bahsedeceğim. Niagara şelalesi amerika ile kanada sınırı arasında bulunuyor. Yani Amerikadan da gitmek mümkün Kanada'dan da. Ama şanslıyız ki duyduğumuza göre Kanada tarafından manzara daha güzelmiş. Niagara hayatımda gördüğüm üçüncü ve dolayısıyla en büyük şelale olarak oldukça etkileyiciydi. Burası da eminim bahar geldiğinde çok güzel oluyordur ama kışın dondurucu soğuğunda bile mutlaka gidilmeli..
Bunun dışında, şelelanin yakınında (araba ile yakınında tabi ki:)) pek çok gezilecek yer bulunmakta. Mesela şarap üretilen yerler var. Oralarda 15-20 dakikalık turlara katılıp hem şarap yapımı hakkında biraz bilgi sahibi olup hem de bir kaç çeşit şarap tadmak mümkün.
Yukarıda soldaki ilk fotoğraf, fotoğrafı çekilmesi gerekli bir yer olan Floral clock. Fakat ne çiçeğinden eser var (kış mevsiminde anca bu kadar:)) ne de saatinden (çalışmıyordu) Ama yine de görevimizi yerine getirdik ve fotoğrafını çektik:)
Daha sonra çeşit çesit kelebeklerin bulunduğu butterfly conservatory e gittik. Giderken benim kafamdaki düşünce kelebekler kapalı bir yerde olacak biz de onlara bakacağız herhalde idi. Ama içeri girince bir baktım ki kelebekler her tarafta.. Benim gibi uçan canlılardan huylanma potansiyeli yüksek biri için oldukça zorluydu o kadar çok kelebek arasında gezinmek hele bir tanesi de sırtıma konmuşken.. Anneannem bu gibi durumlar da "aman yemez seni korkma" derdi. Yemiyorlarmış evet, portakal muz yemeyi tercih ediyorlar:)
Ve son olarak da, akşam yine çok yakındaki Clifton Hills e gittik. Küçük bir lunaparka benzeyen ışık ışık bir yerdi burası. Oteller, restorantlar ve farklı farklı atraksiyonlar bulunmakta, dönme dolap, perili ev, ya da her şeyin ters dönmüş olduğu bir ev gibi..
Sonuç olarak, soğuğa rağmen çok güzel bir gündü..
Etiketler:
clifton hills,
gezi,
kelebek,
niagara,
şelale
13 Ocak 2014 Pazartesi
Toronto günleri- 2
Toronto'nun içinde geçirebileceğimiz sadece 2 günümüz vardı, hava çok soğuktu artı christmas zamanı gittiğimiz için bazı yerler tatildeydi. Ama yine de en azından kış ayları için yapılabilecek en önemli şeyleri yaptığımıza inanıyorum.
İlk durağımız dünyanın en uzun yolu olarak Guiness rekorlar kitabın geçmiş Yonge street idi. Tabi ki de hepsini gezmedik. Özellikle hockey meraklıları için oldukça ilgi çekici bir müze olduğunu düşündüğüm Hockey hall of fame adlı müzenin önünden başladık yürümeye Torontonun en önemli meydanlarından olan Yonge Dundes meydanına kadar yürüdük. Meydandan sonra biraz daha yürümeyi düşündük ama pek ilgi çekici bir şey gözükmüyordu o nedenle vazgeçtik. Bu arada biz hockey müzesine gitmedik ama yanındaki mağazasında bayağı vakit geçirdik. Oldukça ilgi çekici ürünler var özellikle erkekler için...
Hard rock cafe meraklıları için Dundes meydanının hemen orada bir hard rock cafe bulunmakta. Bir de meydana hava karanlıkken gitmek daha güzel oluyor. Etraf ışık ışık oluyor.. Aslında bu meydana yer altından yürüyerek ulaşmak da mümkünmüş ancak biz nerden gireceğimizi bilemediğimiz için o mağazalarla dolu yer altı yolunu bulamadık. Dolayısıyla dona dona yürüdük bütün yolları..:)
2. uğrak noktamız 553 metre yüksekliği ile dünyanın en yüksek 2. kulesi olan CN Tower idi. http://www.cntower.ca Önce en üst kata çıkıp Toronto manzarası seyrediyorsunuz, ardından bir alt katta cam üzerinde aşağıyı görerek durabileceğiniz bir bölüm var bir miktar adrenalin için... Ama daha çok adrenalin isteyenler için daha heyecanlı bir şey de var: Edge walk. Fotoğrafta görüldüğü gibi halatla bağlanmış bir şekilde kulenin etrafında yürüyorsunuz.
Hava güzel olsaydı kaçırmak istemeyeceğim bir aktivite idi ama zaten bizim orada bulunduğumuz sırada kapalıydı. Belki bir sonraki sefere...
3. aktivitemiz ise CN Tower biletlerimizle indirimli olarak girebildiğimiz Ripley's aquarium. Akvaryum 2013 ün ekim ayında açılmış yeni bir yer. Çok büyük bir akvaryum değil ama bana göre güzel bir yerdi. Hayatımda ilk defa gördüğüm bir kaç değişik deniz canlısı vardı.
Etiketler:
CN tower,
gezi,
Ripleys aquarium,
toronto,
yonge street
8 Ocak 2014 Çarşamba
Toronto günleri-1
İlk bakışta soğukluğu ve kar yoğunluğu açısından Norveç'i anımsatan Kanada yaşamın içine girdikçe aslında Amerika'nın bir benzeri olduğunu gösteriyor. Norveçten oldukça farklı olan pek çok şey var.
Mesela;
*10 şeritli yolları ve dolayısıyla arabasız bir yaşamın imkansız olması. En yakın süpermarket bile yürüyerek gidebilme ihtimali oldukça düşük
*Büyük büyük alışveriş merkezleri, marketleri.. Markete 2-3 parça bir şey almaya girecek olsan bile marketler çok büyük olduğu için içeride bayağı bir depar atmak gerekiyor.
*Gökdelenler ve büyük büyük evler
*Asya kökenli belirgin sayıdaki insan nüfusu
*Tüketim çılgınlığı
Daha önceden Norveçteki göçmenlerin Kanada'ya yerleşmek konusunda çok hevesli olduklarını duymuştum. Sanırım orada yabancı olarak yaşamak dha kolay çünkü neredeyse herkes yabancı. Ama ben Kanada'yı gördükten sonra Norveç'in ne kadar güzel bir ülke olduğunu bir kez daha hatırladım. Ve burada da Norveçin neden harika olduğunu anlatan 25 madde: http://www.huffingtonpost.com/2014/01/07/norway-greatest-place-on-earth_n_4550413.html (9. ya katıldığımı söyleyemem) Yazıya Kanada'yı anlatmak için başlamıştım, konu Norveç'e döndü nedense... Gurbetin gurbetinde ilk gurbet bir nevi vatan oluyor galiba:)) Kaç senelik hukukumuz var ne de olsa...
Bir zamanlar internette dolaşan Kanada'ya taşınan bir İzmirli'nin günlüğünü okumuş olduğumdan bir nevi hazırdım soğuğa ve kara. Her türlü içlikler, kalın kazaklar, atkı, bere, eldiven hepsi bavulumda öncelikli yerlerini aldılar. Ne de olsa soğukta yaşam savaşı vereceğiz!:) Fakat daha 2. gün gördüğüm yukarıdaki manzara karşısında çok şaşırdım. Buz tutmuş bir ağaç.. Hayır sadece bir ağaç değil bütün ağaçlar.. Sadece ağaçlar da değil bütün şehir buz tutmuştu adeta.. Bir gün önce yarın freezing rain varmış o ne acaba diye konuşuyorduk. Meğerse buymuş..:) Görüntüsü değişik ve çok güzel, ama aslında oldukça tehlikeli. Hem yollar kaygan oluyor, hem de her yer buz tuttuğu için -yollardaki elektrik kabloları vs..- yolda giderken üstüne buz düşme riski fazla. Biz tabi freezing rain kavramıyla Torontoya gitmek üzere yola çıkmak için arabaya binerken karşılaştığımız için tehlikeli olabileceğini düşünmedik. Kaldığımız yere yarım saat uzaklıktaki Toronto'nun merkezine gittik, hiç kimsecikler de yok bugün şehirde diye şaşırıp geri geldik. O havada Torontoya gittiğimizi anlattığımızda da yerli insanlar bize deli gözüyle baktılar..
Toronto' da yaptıklarımızı bir başka postta anlatacağım. Son olarak Kanada'ya ilişkin sevdiğim şeylerden de bahsedeyim de hiç bir şey beğenmeyen insan imajı çizmeyeyim.
*pancake+ maple syrup
*Dollarama : 1,2,3 dolara hem gerekli hem gereksiz pek çok şeyin satıldığı ilgi çekici bir mağaza.
*Wild wing: çeşit çeşit (20den fazla çeşit) soslarla yapılmış muhteşem leziz kanatları olan bir restaurant
*Souvenir shoplardaki güzel tshirtler + değişik ürünler
*Tabi ki Niagara
*Bahar ve yaz aylarında bir cennete dönüşme ihtimali
Ha bir de Norveç'in çeşme suyunu özlediiim çoook...
7 Ocak 2014 Salı
Toronto' ya yolculuk
Bir noel ve yılbaşı çılgınlığını daha geride bırakmış bulunmaktayız. Noelin benim için hiç bir anlamı yok ama hristiyan bir ülkede yaşayınca aralık ayında noeli her saniye duymamak, görmemek, hissetmemek imkansız. Şimdiye kadar bütün noellerde (Yani 24 aralık gecesini kastediyorum aslında noel arifesi) Türkiye'de oluyorduk ama bu sene yurtdışında noel yaşama imkanı doğdu bize. Hem de Kanada' da. Daha önceden de bahsetmiştim gitmemize 3 gün kala bize ulaşan vizemizi heyecanla beklememizden. Vizemiz fedex ile gidiş geliş yaklaşık 1500 krona mal olarak bize ulaştı. Bu arada fedex in norveçteki sistemine hayran kaldım doğrusu. Burada postane ile gönderilen postalar kapımıza ya da posta kutumuza kadar gelmiyor marketteki posta ofisine geliyor biz de oradan alıyoruz. Ama neticede fedex bir kargo şirketi olduğuna göre ve oldukça da yüklü bir miktar para aldığına göre -ya da en azından benim Türkiye'de deneyimlediğim kadarıyla- postaları kapıya getirmesi gerekiyor. Evet getiriyor ama apartman kapısına! Zile basıyorlar siz kapıyı açmak için otomata basıyorsunuz ama ne gelen var ne giden.. Aşağı inip baktığınızda ise arabanın içinde bekleyen bir adam... Buna da şükür, marketin önüne de randevu verebilirdi!:)
Herneyse, vizemizi aldık ve 17 ocak sabah erken saatlerde önce Amsterdam'a KLM'nin minik cityhopper uçaklarıyla iki kişilik koltuklarda 2 saatte uçtuk. Ardından Amsterdam-Toronto uçuşumuz 8,5 saat sürecekti ve benim ilk ve tek uzun uçuşum olan bundan 4 sene önce İstanbul-Singapur uçuşum oldukça sıkıntılı, iki gözüm iki çeşme şeklinde geçtiği için içten içe endişeleniyordum. Meğerse endişelerimin hepsi boşaymış, kapıda bizi süper bir süpriz bekliyormuş. Biletimiz ekonomiden business class a yükseltilmiş (upgrade edilmiş). O andan itibaren KLM açık ara farkla favori havayolu şirketim oldu:)Tabi bu konuda eşimin çılgınca iş seyahatleri yapıp silver flying blue karta sahip olmasının da hakkını yememeliyim. İyi ki o seyahatleri yapmışsın canım eşim:) Uçağın üst katındaki herkesin bir yatak boyu alana sahip olduğu süper lüks bölümümüze çıktığımızda benim ilk tepkim "E burada uyuyamayız ki uyursak her şeyi kaçırırız.." oldu. Büyük ihtimalle bizim gibi çok insan vardı, çünkü neredeyse herkes telefonuna sarılmış fotoğraf çekiyordu.. Bunlar da bizden...
Bu arada geçen gün internette uçak bileti bakarken aşağıdaki video ile karşılaştım. Konuyla alakalı, paylaşıyorum
http://video.about.com/budgettravel/Tips--Free-Airline-Upgrade.htm#vdTrn
Sonuçta dümdüz yatak şekline gelebilen koltuğumuz, leziz yemekler çeşit çeşit içecekler ve film, müzik vs sayesinde 8,5 saatlik yolculuk göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Uçak inişe geçmeden önce daha sonra havaalanındaki gümrük görevlilerine vermek üzere bir form doldurmak gerekiyor. Kaç gün kalacağımız, yanımızda tohum,yiyecek, hayvan vs olup olmadığına dair. Bu formu doğru doldurmak önemli çünkü yanlış/yalan bilgi ülkeye girişte problem oluşturabiliyor. Gümrük görevlisi bize 10 gün ne yapacağımızı, nerelere gideceğimizi ve nerede kalacağımızı sordu. Sorunsuzca atlattık. Ve ver elini Kanada...
Herneyse, vizemizi aldık ve 17 ocak sabah erken saatlerde önce Amsterdam'a KLM'nin minik cityhopper uçaklarıyla iki kişilik koltuklarda 2 saatte uçtuk. Ardından Amsterdam-Toronto uçuşumuz 8,5 saat sürecekti ve benim ilk ve tek uzun uçuşum olan bundan 4 sene önce İstanbul-Singapur uçuşum oldukça sıkıntılı, iki gözüm iki çeşme şeklinde geçtiği için içten içe endişeleniyordum. Meğerse endişelerimin hepsi boşaymış, kapıda bizi süper bir süpriz bekliyormuş. Biletimiz ekonomiden business class a yükseltilmiş (upgrade edilmiş). O andan itibaren KLM açık ara farkla favori havayolu şirketim oldu:)Tabi bu konuda eşimin çılgınca iş seyahatleri yapıp silver flying blue karta sahip olmasının da hakkını yememeliyim. İyi ki o seyahatleri yapmışsın canım eşim:) Uçağın üst katındaki herkesin bir yatak boyu alana sahip olduğu süper lüks bölümümüze çıktığımızda benim ilk tepkim "E burada uyuyamayız ki uyursak her şeyi kaçırırız.." oldu. Büyük ihtimalle bizim gibi çok insan vardı, çünkü neredeyse herkes telefonuna sarılmış fotoğraf çekiyordu.. Bunlar da bizden...
Bu arada geçen gün internette uçak bileti bakarken aşağıdaki video ile karşılaştım. Konuyla alakalı, paylaşıyorum
http://video.about.com/budgettravel/Tips--Free-Airline-Upgrade.htm#vdTrn
Sonuçta dümdüz yatak şekline gelebilen koltuğumuz, leziz yemekler çeşit çeşit içecekler ve film, müzik vs sayesinde 8,5 saatlik yolculuk göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Uçak inişe geçmeden önce daha sonra havaalanındaki gümrük görevlilerine vermek üzere bir form doldurmak gerekiyor. Kaç gün kalacağımız, yanımızda tohum,yiyecek, hayvan vs olup olmadığına dair. Bu formu doğru doldurmak önemli çünkü yanlış/yalan bilgi ülkeye girişte problem oluşturabiliyor. Gümrük görevlisi bize 10 gün ne yapacağımızı, nerelere gideceğimizi ve nerede kalacağımızı sordu. Sorunsuzca atlattık. Ve ver elini Kanada...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)